Türklerin Altın Çağı
Yazarı : Prof.İlber ORTAYLI
Türü : İnceleme
Kategori : Ortaöğretim / Yetişkin
Kitabın Özeti
Prof. Dr. İlber ORTAYLI'nın Türkler ve
Türklerin yazılı tarihini anlattığı "Türklerin Altın Çağı" kitabı;
önsöz ve 11 bölümden oluşmaktadır.
Yazar nispeten kısa tuttuğu 3 sayfalık
önsözünde, tarihe bakışını ve Türklerin tarih sahnesindeki rollerini özlü bir
şekilde anlatmıştır. Burada özellikle vurguladığı (kitabın içerisinde de
belirttiği) tez; dünya tarihinin her safhasında Türklerin olduğu, Türkleri göz
ardı ederek dünya tarihinin incelenemeyeceği hususudur.
Bunun yanında önsözde;
- Tarih eğitiminde eşzamanlı bir usulün takip edilmediği (bir olay
anlatılırken çağdaş coğrafya ve olayların incelenmediği),
- Türklerin tarihinin VI. yüzyıldan da geriye (Orhun Kitabelerinden
daha eskiye) gidilmesi gerektiği,
- Kanunu ile Osmanlı'nın Tuna İmparatorluğu haline geldiği fikirleri de
vurgulanmıştır.
I
Nasıl Bir Tarih?
Kitabın ilk bölümünde; tarih, tarih bilinci, tarihçi, tarih
yazımı, tarih eğitimi ve resmi tarih
gibi kavramlara yer verilerek, olması gereken ile mevcut durum
karşılaştırılmış, alınması gereken mesafe ve geleceğe ait öngörüler ortaya
konmaktadır.
Toplumlardaki mevcut farklılıkların
sebebinin üç unsur, yani dil, din ve coğrafya olduğu, bu farkı doğuran şeyin
ise “tarih” olduğu anlatılmaktadır.
Söz konusu farklılığı algılamak, yani
toplumsal farklılıkların farkında olmak ise “tarih bilinci” kavramı ile anlatılmaktadır. Tarih bilincinin
seviyesinin, kişilerde; aile, toplumsal sınıf, eğitim ve ekonomik durumla, toplumlarda
ise; ortak hafıza, kimlik, din ve dille ilişkili olduğu belirtilmektedir. Bu
kapsamda; Fransa'nın Marne'i, Rusya'nın Leningrad'ı olduğu gibi, bizim de
vatanseverliğimizin bir ispatı olan Çanakkale Savaşındaki şuurun pek çok ülkede
görülmediği, yine bizim 1453'ten 93 Harbi(1977-1978)'ne kadar onlarca savaş ve
anlaşmanın milli şuurumuzun oluşmasını sağladığı belirtilmektedir.
Uygar toplumların tarih bilincini
geliştirmek maksadıyla, "tarih
eğitimine" ciddi eğildikleri; hatta Osmanlı uyruklu kavimlerin örneğin
Bulgarların 19.yüzyıldaki ilk gazetelerinde "milli tarih ve coğrafyaya”
sütun ayırdıkları belirtilirken, ülkemizde bu bilince henüz ulaşılamadığı "tarih
ilmimizin henüz inşa aşamasında olduğu" vurgulanmaktadır. Bu bilincin
Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu zihniyetinde isabetli ve dengeli olduğu, fakat
geçen sürede kurucu mantıkla uyuşmayan "700 yıllık Osmanlı tarihini
dışlayan" bir tarihsel bilimin türediği vurgulanmaktadır.
Bütün bu kavramlardan ve örneklerden
sonra kitapta, doğal olarak "tarihçi"
ve niteliklerine geçilmektedir. Tarih bilincini oluşturacak metinleri yazacak
olan tarihçinin nitelikleri ise; "iyi bir hafıza, müzik, lisan (üç ölü, üç
yaşayan dil vukufiyeti), yaş (kırkından sonra iyi tarihçi olunamayacağı), zamana
uyumsuzluk (huzuru mazide aramak), merak hissi, konuşma yeteneği " olarak
sıralanmaktadır.
Bir tarihçinin eserini kaleme alırken,
yani tarih yazımında nelere dikkat edeceğini soracak okura,
kitapta; "evrensel, tek bir tarihçi tipi ve üslubu olamaz, zira her toplum
tarihin konusu olma bakımından eşit değildir." cevabı verilmektedir. Bu
tez; "kendi tarihlerini detaylı yazan, hatta komşu toplumları (örneğin Germenleri)
bile kayıt altına alan Romalılarla, İranlıların Asya’daki bazı Türkler’den
bahsetmesinin tarih yazımında aynı metotlarla incelenemeyeceği, aynı evrensel
tarih yaklaşımının sergilenemeyeceği, bir ülkede istatistikle elde edilen bir
sonucun farklı bir ülke/coğrafya da etkisiz kalacağı" ile anlatılmaktadır.
Bu konudaki bir sorunsalın da; "zaman problemi, yani eşzamanlılık (bir
toplumun yaşadığı olayla eşzamanlı olarak komşu coğrafyada neler olduğunun
irdelenmesi) konusunda tarihi verilerin yokluğu ya da varsa bunlara ulaşma
zorluğu" olduğu açıklanmaktadır. Kitapta müteakiben; "tarih yazım
tekniklerinin” önemine vurgu yapılmakta, bu kapsamda; "filolojik (dil
bilimi) malzeme, paleografik (eski yazı çeşitleri) malzeme, nümüzmatik
(sikkecilik) malzeme, epikgrafik (kitabe) malzemelerin kullanımı, sigilografi (mühürleri
inceleyen dal) kavramı" gibi tekniklerin bilinmeksizin bu işin
yapılamayacağı vurgulanmakla birlikte, tekniğin yanında tarihin bir de sanat
yönünün olduğunu; Doğan Özlemin "Tarih Felsefesi" kitabındaki bir
alıntıyla, "Tarih bilim değildir. Biliminde üstünde bir şeydir."
sözüyle açıklamaktadır. Bütün bunlara ilave olarak, kim olursa olsun
tarihçinin, sosyal durumu ve yetiştiği çevrenin yazımlarında etkisinin
olmayacağını iddia etmenin doğru olmadığı, tarihçinin yazım işine "tabula
rasa" yani "boş bir zihinle" girişmediği, zaten bu nedenle aynı
tarihi olaylara farklı yaklaşımların çıkabildiği belirtilmektedir. Gerçi
kitabın bu bölümündeki bilgiler okuyucunun aklına "iş bu kadar karışıksa
ise ne okuyalım?" sorusunu getirse de, tarih okurken nesnel bakış açısına
alan ihtiyacı da ortaya koymaktadır. Bu sorunun cevabını her okuyucu kendi
verecek olsa da, tarihçi olmayanlar için "kimi/kimleri okuyalım
sorusu?" ne okunacağından daha önemli hale gelmektedir.
Tarih
eğitimi nasıl olmalı
başlıklı soruya, ilk cevap "tarih bölümleirnin lisans üstü hale getirilmesi"
şeklinde verilmekte, bu kapsamda 18 yaşındaki çocukları (üniversiteye
girenleri) tarih, hukuk gibi ciddi bilimleri okutmak için lisans eğitimine tabi
tutmanın cinayet olduğu, tarihin ancak üniversiteyi farklı bir alanda
bitirdikten sonra ayrı bir disiplin olarak okutulması gerektiği
belirtilmektedir. Buna ilave olarak tarih yazımındaki önemli noktalar;
- Tarihin devamlı araştırılması,
- Tarihin devamlı yazımı,
- Yazımlarda “Osmanlı kroniklerinden"
yani "vakayinamelerden", İlhanlılar devri kayıtlarından, bizimle çok
içli dışlı olan ve hatta bizden fazla bizi yazmış olan İtalyan devletlerinin
kayıtlarından istifadeyle tarihin ana hatlarının ortaya konulması gerektiği,
- Romantizmle sunulan bir tarih
anlayışının (efsaneleştirmenin) gerçekçi ve faydalı olmadığı,
- Yazılanın kitlelere ulaştırılmasının
önemli olduğu,
- Tarihi karakterler hakkında iyi veya
kötü bir hüküm vermeye gerek olmaksızın yazım yapılabileceği,
- Tarihe yönelik ciddi bir ilgisizlik,
bundan ve Türk yazılı tarihindeki yazılı kaynak eksikliğinden kaynaklı "yetersizlik" sorununun aşılması
gereken büyük bir engel olduğu,
- Tarih yazımından daha önce yapılacak
işin, çocuklara liselerde dünya tarihi ve edebiyat metinlerinin okutulması
olduğu" hususları yer almaktadır.
Resmi
tarih yöntemi ve buna
karşılık alternatif tarih olmak üzere iki yöntemden bahsedilerek, resmi tarih
yönteminin olumsuz algılanmaması gerektiği, bu yöntemin "mutlaka cehalet
ve yöntemsizliğin hakim olduğu" bir üslup olmadığı belirtilerek, iki
örnekle "Alman ve Rus resmi tezleriyle) bu husus açıklanmaktadır. Bu işin
bizdeki yansımasının ise çok da ayakları yere basan bir durumda olmadığı
metinden anlaşılmaktadır. Zira verilen 3 örnek üzerinden (Türklerin Orta
Asya'dan göç yolları haritası, Akdeniz'in zamanında bir Türk Gölü olduğu, 1.Dünya
Savaşı'nı müttefiklerimiz kaybettiği için bizim de kaybetmiş sayıldığımız
tezleri) mevcut durumumuz eleştirilmekte, bununla ilgili "yüzeysel
ve bazen komik çözümlemelere başvurduğumuz ve tarihimizi anlatırken efsane
yüzünden gerçeğin aktarımını yapamadığımız" tespitleri yapılmaktadır.
Bu bölümün sonuç bölümünde, "daha
alınacak epey yolumuz olduğu" belirtilerek, mevcut halimiz;
"filolojik olarak donanımsız, boş konuşmayı seven bir memleketin tarih yazımının
hazin öyküsü" olarak tanımlanmakta, bölümün son cümlesi ise, "15-20
yıl sonra Türkiye'de tarihçiliğin çok büyük gelişmeler kaydedeceği" ifade
edilerek, gelecekten ümitli olunduğu vurgulanmaktadır.